bugün

entry'ler (103)

furkan suresi 74 üncü ayet

dualarda yer alması çok güzel olan ayet.

Bir diğeri için,

(bkz: bakara suresi 128 inci ayet)

mutluluğun formülü

allah'a karşı sorumluluklarını, yapman gerekenleri, farz ibadetlerini yerine getirmek. yani zikir, fikir, şükürdür.

imandır.

insana en çok huzur veren şey

namazdır. yani en sevgili ile en yakın olduğun yerdir. insanın yaratılış amacıyla da daha güzel bir eşik bulması mümkün değildir. zira sizi yaratan sizi, size en iyi gelecek şeyi sizden elbette ki daha iyi bilir.

(#20828549)

ve duadır...

(#21055696)

dua

''...Duanın en güzel, en lâtif, en leziz, en hazır meyvesi, neticesi şudur ki: Dua eden adam bilir ki, Birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli herşeye yetişir. Bu büyük dünya hanında o yalnız değil; bir Kerim Zat var, ona bakar, ünsiyet (yakınlık) verir. Hem onun hadsiz ihtiyacatını yerine getirebilir ve onun hadsiz düşmanlarını def edebilir bir Zatın huzurunda kendini tasavvur ederek bir ferah, bir inşirah duyup, dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp ‘Elhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn’ der...”

görsel *

insanlık

bugünlerde cenazesini kimyasal gazla katledilen masum çocuklar kaldırmaktadır.

dursun ali erzincanlı

Müslüman Kardeşler Teşkilatı'nın liderlerinden Muhammet El Belteci'nin Şehit olan kızına yazdığı mektubu seslendirmiştir.
allah ondan razı olsun.

esma'ya mektup...

http://video.uludagsozluk.com/v/esma-ya-mektup-90553

suriye den mısır dan bana ne

bunu hala arap hayranlığı olarak gören ırkçı zihniyetin beyanı.

üzerine gaz yağan bir çocuğun nasıl ağladığını, oraya buraya çaresizce nasıl koştuğunu izledin mi ? cesetlerin içinde bebeğini arayan anneyi gördün mü hiç ? hiç baktın mı o video ve resimlere ?

sen hiç küçücük bir çocuğun yüzündeki gülümsemenin güzelliğine, o masumluğa dikkat ettin mi ?

umrunda olması için ''insan'' olmak gerekli.

sarin gazı

sinir sistemini felç ederek insanı saniyeler içinde öldüren renksiz ve kokusuz yani teşhis edilmesi zor kitle imha silahı.
Nazi Almanyası'nda katliamlarda kullanılan sarin gazı en acımasız savaş aracı olarak tanımlanıyor-muş.

suriye'de pek çok insan bu gazdan etkilenmiş. havadan atılan gaz bombalarıyla insanın en savunmasız halinde, yani uykuda yakalanmışlar üstelik. sivil halk. sadece uyuyorlarmış. masum çocuklar katledilmiş.

http://www.internethaber....oto-galerisi-28235-p1.htm

http://www.haber7.com/ort...n-cok-kotu-bir-haber-daha

zalimler için yaşasın cehennem.

yediği önünde yemediği arkadasındaların tava tencereyle yollara düşüp biberi yiyip üzerine sulanıp bir de portakal gazı demeleri falan aklıma geldi de. karşılaştırma dahi yapmamak gerek.

aşkın gözyaşları

ilk defa üç sene önce yurt müdüresinin elinde görüp ilgilendiğimi hatırlıyorum bugün aklıma geldi. sonra bir kaç yerde daha gördüm, belki yine elime alıp bıraktım sanırım. bu kış tekrardan elime aldım bir kitapçıda, almayı düşündüm sonra rafına geri koydum. sürekli gözüme takılmaya devam ettiler. en son bu ramazanda, yan iftar masasında bir hanımda gördüm kitabı. rica ettik aldık, baktım. önünde alan kişiye ait özel el yazmalı notlar vardı tam da bakamadım kitaba o yüzden. o gece rüya gördüm, bir köşeye çekildim bitirdim bütün kitabı. serinin hangisiydi hatırlamıyorum.

üç yıllık bir hikayemiz var neredeyse. baka baka bir hal olmuşum. şart olmuş alıp okumak demek ki.

mim mesle madar

sözlükte başlığının olmamasına şaşırdım, ilk başlığım bu olsun öyleyse dedim.

mim mesle madar. m like mother. anne gibi...

filmin ismi başlı başına bir özet olmuş aslında. uzun uzun yazarım aslında ama, onun yerine konuyu ruhsuz ve kısa bir özet geçecek olursam; iran, Irak savaşında sağlık personeli olarak görev yapan ve kimyasal gazdan etkilenen, hastalık belirtilenin çabuk geçmesiyle de önemsemeyen anne'nin, çok sevdiği eşiyle evlenip hamile kaldığında, her şey çok güzel giderken sebepler üzerinden gelen bir imtihan olarak karşısına çıkar bu durum: yapılan testler sonucunda kimyasal gazların etkisiyle sakat bir çocuk doğurma ihtimali yüksek çıkmıştır. ve bu güzel keman virtüözünün hayatı bu hiç beklemediği bir imtihan ile yön değiştirir. üstelik aşkı, diplomat eşi de yanında değildir. oğlunun dünyaya gelmemesi için elinden geleni yapar. anne, vazgeçer ondan da..ortada büyük bir aşk vardır aslında.

“Cennet annelerin ayakları altındadır.” hadis-i şerifini ve ''Çocuklarınızı yoksulluk korkusuyla öldürmeyin. Biz onlara da size de rızık veririz. Onları öldürmek, şüphesiz büyük bir günahtır.'' ayetini yansıtan bir film olmuş.

henüz izledim mi peki ? hayır. ne zaman olur bilinmez, inşallah bir gün. o ufaklığın bakışları için bile bir kaç kez izlenir bu film. sakat bacağı ve sırtındaki oksijen yüküyle yaşayan ve o bakışlara sahip olan 'çocuk'. insanı kendine getiriyor gerçekten. imtihanlarımızı, başımıza gelenleri ne kadar da büyütüyoruz biz öyle. ne kadar da küçük yaşadıklarımız...

filmden iki sahne, istemeyen izlemesin. sonu mu bilmiyorum ama öyle bile olsa filmi asıl güzel yapan şey ne sonudur ne de içeriğinin bilinmemesidir.

http://www.youtube.com/watch?v=rWuWqR9xk3w

http://www.youtube.com/watch?v=4ilsknxXq6Q

sen yoksan

''yoksan sen, niye var olayım ki ben...''

http://video.uludagsozluk.com/v/sen-yoksan-90342/

barla

huzurdur...
iki yıldır bayram günü ellerini öpmeye gitmeyi allah'ın nasip ettiği yer. Şu anda yolunda olduğum yer.
Allahım haşirde beni burada dirilt dediğim yer.
Allah'ın "otur dua et, düşün tefekkür et." dediği yer sanki. Dünyaya meydan okurcasına bir "dur!" diyen, konuşan insanla. Sonra soran, "nedir bu telaşen ?"

Allah nasip etsin herkese...

hüzünlendiren anlar

hüzün mü kızgınlık mı bilmiyorum gerçi. Belki hüzün yüzünden hissedilen bir kızgınlık. Belki kızgınlığın üzerini örten bir hüzün. Veya tam tersi. Tam tersi sanırım.

Başlıklar açıyorlar sözlükte şimdi. Sabah 6'da uyandıran dede, bayram sabahı ağlayan anneanne, bayram sabahı anne ile babanın kavga etmesi, bayram namazından dert yananlar...daha nice başlık nice entry.

Ne kadar büyük bir nimetin içinde olduklarının farkında değiller. Bunlar yüzünden dert yanarlarken kimse hatırlamıyor böyle dertleri olmayanları, kendilerine "dert" arayanları. düşünmeden yazıyorlar işte. Veya yazmak için yazıyorlar.
Kendileri için çok da önem arz etmiyor nasılsa.

fussilet suresi

''allah'a çağıran, salih amel işleyen, ve ''kuşkusuz ben müslümanlardanım'' diyenden daha güzel sözlü kim olabilir ? ''

[fussilet suresi, 33]

http://www.youtube.com/watch?v=QtyhgsYdLiE

''şüphesiz allah, doğruyu söyledi...''

namaz

''kitaptan sana vahyolunanı oku,
namazı da dosdoğru kıl.
çünkü namaz,
insanı hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar...
allah'ı anmak elbette en büyük ibadettir.
allah yaptıklarınızı biliyor...''

[ankebut suresi, 45]

vahyi insanın kalbinde hissettiren bir kısa film. insanın namaz kılası geliyor. ne güzel şey namaz kılmak...

http://www.youtube.com/watch?v=3yW-7dhn9NQ

''şüphesiz allah, doğruyu söyledi...''

kandil geceleri camilerin dolup taşması

kaç yüzümüzün olduğunu düşündürür.

ama yine de bir başlangıç olabilir, allah bilir biz bilmeyiz. yadırgayıp kınamamak gerekir, önemlidir. kandil gecesi gidilen namazın nelere vesile olacağını yalnız allah bilir. o yüzden yorum yapmamaktır doğru olan. o bir şey demiyor buna, öyleyse kimseye düşmez yorum yapmak.
lakin şu çizelgedeki kadir gecesi saptaması güldürmüştür:

görsel

vuhuuuv ! *

risale i nur

''tefsir değildir, tefsir ötesidir.''

ve bilmediğini bilmektir...
ben bir tabloya dışarıdan baktırmaz, insanı tablonun içine alır, tablonun içindekileri adeta yaşatır diyordum. ama benim tanımlamam her yönden baya eksik kalmış gibi görünüyor.

--senai demirci--

Tefsir, teknik bir deyim. Ayetleri önünüze koyarsınız, öncesi ile sonrasıyla nasıl bir irtibatı olduğunu, ne demeye geldiğini, nasıl indirildiğini vs. anlatırsınız. Bu konuda, Risale-i Nur müellifi zaten bir çalışma yapmıştır. Hem de savaş sırasında, hem de at sırtında, hem de ana dilinde de değil, bir tefsirin olması gereken dilde, kendi dilinin yatağında "Arapça", hem de hiç emsali olmayan bir duyarlılıkla ve tutarlılıkla... Söz konusu tefsir, işarât'ül i'caz, Bakara Sûresi'nin 32. ayetinin eşiğinde durmuştur. Bilahare Türkçe'ye de çevrilmiş, Arapçası da daha sade bir Arapça'yla yeniden aktarılmıştır. Yani, Said Nursî, bildiğimiz anlamda "teknik tefsir" yazamayacak biri değildir.

Peki ama Risale-i Nur nedir? Doğru, üstad da bizzat "tefsir"dir diyor ama.. Bence bu Risale-i Nur'u en azından beklenen, bilinen, sevilen tefsir geleneğinin içinde de bir yeri olduğuna dair bir hatırlatmadan ibarettir.

Risale-i Nur "tefsir" değildir, "tefsir ötesi"dir...(Bu cümleyi, taassuptan azade söylediğimi gayet iyi biliyorum; Said Nursî takıntım da yok; öyle ki başka bir isim daha Risale-i Nur adı altında yeni metinler yazsaydı, seve seve okurdum. Bir fart-ı muhabbet de değildir bu; çünkü Said Nursî'ye dair değil eserine dair yazıyorum. Ancak, Nur talebeleri olarak bizi eleştirenlerin de hiç olmazsa bakışlarını anlayışla karşılamak gerek. Risale-i Nur, Kur'ân'ı yaşamak içindir, vahyin diri nefesini solumak için okunur. Risale, Risale okumak için okunmaz. Bu yüzden, Nur talebeleri de en az bir başkası kadar okudukların tekrarlayan, okuduklarını okumaya çağıran değil, okuduklarıyla Kur'ânla tanışan, yaşıyan ve Kur'ân'a Risale üzerinden muhatap olma heyecanını taşıran, taşıyan biri olana kadar bu iğneleyici eleştirileri hak vermesek de, anlayışla karşılamak zorundayız.)



Risale-i Nur'un Kur'ân'la irtibatı "bilgi"sel/"informatik" değildir. Yani dışarıdan bakmaz vahye.. Ayeti çerçevelenmiş bir nesne olarak önümüze koymaz. Bu tür bir bakışın, bizim meslekteki (tıp) karşılığı "in vitro" yani canlı dokuya tüpte bakmaktır.. Oysa, asıl doku kendi ortamında tanınır; yani "in vivo" olarak. Risale-i Nur bizi Kur'an'a muhatap ederken, "vahyin içine" koyar. Ayetin nabzını dışarıdan tutturmaz bize, bizi ayetin kalbinde tutar, odacıklarına sokar, varlığımızı ayetin nabzı eyler. Çerçevelemez ayeti, bizi, aklımızı, düşünme biçimimizi ayetin tablosu içine koyar.
O yüzden kışkırtıcı bir soru sorarım özellikle kendi meslektaşlarıma (ve tabii diğerlerine de): "Sen hiç kan gördün mü?" Cevap pat diye gelir; "Evet!" Oysa, görmemişlerdir, göremezler de, göremeyecekler de.. Şimdiye kadar gördükleri kan hep "tüp içinde" oldu, hep "damar dışı"na akmıştı.. Tüp içindeki kan,

(1) ölüdür ya da ölmek üzeredir,

(2) hareket etmez, tortulaşmak üzeredir,

(3) kalbe uğrayamaz, tüp içinde hapistir,

(4) soğuktur ya da soğumak üzeredir,

(5) basıncı yoktur; donup kalmıştır,

(6) pıhtılaşmıştır ya da pıhtılaşmak üzeredir; akışını kaybetmiştir,

(7) az sonra katısı sıvısından ayrışacak çökelecektir; rengini kaybetmiştir ya da kaybedecektir.

Oysa damardaki kan, (1) canlıdır hem de her damlasında binlerce can vardır,

(2) hareketlidir, hem de her noktasında binlerce hücrenin sürekli ve anlamlı bir dansı vardır,

(3) kalbe uğrar, nefes alır, nefes verir, canla irtibatı sürmektedir, canlıdır, canlandırır da,

(4) sımsıcaktır; her dokunduğu yere "bahar" gelir, vardığı her hücrede can tazelenir,

(5) basıncı vardır, ne az ne fazla.. hep dengede hep ahenk içindedir,

(6) akışkandır; pıhtılaşmayacak kadar seyreltik (diluted) damar dışına çıkmayacak kadar da kıvamlı (concentrated) akar her anda her mekanda,

(7) rengi hep tazedir, hep canlıdır, kan kırmızı bir dirilik içindedir..

Peki, bunca tıbbî ders ne anlama geliyor? Kur'ân ayetleri "damar içi kan" gibi canlı, hareketli, kalbe dokunan, neşeli bir akışkanlık içinde, sımsıcak temaslar sunan, akleden kalbi iten bir basınçla kıpırdayan, asla donmayacak, hiç pıhtılaşmamış, kıpkırmızı kan renginde bir tecelligâhtır.

işte Risale-i Nur bizi vahiyle tanıştırırken tüpe koymaz ayeti, bizi damar içine sokar...

O "kan kırmızısı" kapakların içinde sürekli bir hayat ırmağı akar, bizi de içine katar.



Deepnot:Ne garip ki, Üstad, "tefsir" olarak yazdığı işârat'ül i'caz'ın en son sayfasındaki son ayetin tefsiri için Risale-i Nur'un yazdırıldığını fark eder. Yani, milyonlarca Nur talebesi onlarca yıldır milyonlarca sayfalık dersleri sırf Bakara'nın 32. ayetini anlamak için okuyorlar... O ayet de ne diyor? "Subhansın Sen Allah'ım, biz bilmeyiz..." "Tefsir" "bilmek" içindir; "bildirmek" için okunur; ama biz Risale-i Nur'u "biz bilmeyiz" demek için okuyoruz... "Bilmediğini bilmek" gibi eşsiz bir edep elbisesini giyebilmek ümidiyle bu dergâhın rahlesine diz çöküyoruz.

--senai demirci--

namaz

açık havada, yıldızların altında yapılması ayrı bir güzel olan. *

ben bu yazıyı sana yazdım

incitmekten korktum...

elhamdülillah

kur'an'ın ilk sayfasının ilk cümlesi...

iki gündür hakkında yazmak istediğim aslında. şaşırdığım birşey farkettim, düşünüyorum üzerinde. bugünlerde bahşedilen nimetlerden ötürü üzerime en çok düşen cümle bir de.
eksikliğinden mahcubiyet hissettiğim. bütün nefeslerim kadar hamd etsem rabbime, yine yetmeyecek bahşettiği nimetlere.

hiçlikten geldik herbirimiz. hiçliğin, hiçlikten çıkaran'a karşı söyleyebileceği ne olabilir ki minnetten başka ? borçluluğun en güzel ifadesidir elhamdülillah.

hiç dikkatimi çekmemişti yüce kitabın ilk cümlesinin 'şükretmek' olması. kainatı ayaklarımız altına serip aşkına muhattap eden rabden başka hangi yüce ister böylesi bir karşılığı ? o kadar verilene karşılık istediği tek bir cümle: elhamdülillah. hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, her şey elinde bulunan birinden başka kim isteyebilir bu kadarını ?

hep merak ederim. ederdim, sorardım neden ben diye. ben o'nun için hiçbir şey yapmazken yüce rabbim neden ''bu kulum da olsun, o olmadan olmaz'' demiş ki diye.

daha yeni farkediyorum.

''elhamdülillah'tan önce gelen ayet, ilk ayet ''bismillahirrahmanirrahim'' yani, ''rahman ve rahim olan allah'ın adıyla'' esirgeyen ve bağışlayan rabbin adıyla'dır...

''elhamdülillahi rabbil alemin''den sonra gelen ilk ayet, ''errahmanirrahim''dir.
yani o rahmandır, o rahimdir...

iki güzel sıfatının arasına sıkıştırmıştır allah şükretmeyi: rahman ve rahim... Iki güzel isminin arasına gizlemiş bütün o sorunların cevabını.

yok olanın yokluğunu değer görüp de yaratan rabbim bütün bu soruların cevabını en başta vermiş aslında. ''ben esirgeyenim, bağışlayanım'' demiş.

o'nun büyüklüğüne imza atmaktır elhamdülillah. nimetin içinde in'amı hissetmektir. hamd etmesi gereken bir rabbi olduğunu, yalnız olmadığını bilmektir. ve yine şükretmektir.

elhamdülillah...